30 Temmuz 2015 Perşembe

RESİM SANATININ İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

   Ruhsal problemler ve resim sanatı ilişkisiz gibi görünse de söz konusu insan olunca sanat bu problemlerin açığa çıkmasına ve insanın kendini bulmasına yardımcı olmaktadır. Sanat aynı zamanda toplum içerisindeki eğilimleri tatmin eder ve yansıtır. Sanat geleneksel olarak kişisel ifadelerin ve yaratıcı fikirlerin formu şeklinde olmuştur. Sanatın bir iletişim aracı olarak keşfi, birey için oldukça iyileştirici olarak görülüp, insan zihnindeki gizli düşünceleri en iyi şekilde ifade etmek için “sembollerle ifade“ türü olarak kullanılabilir. Psikolojik tedavide ressamlık tek başına sanatı temsil etmemektedir. Terapi araç olarak güzel sanatları kullanmaktadır, resim onlardan sadece bir tanesidir. Terapi resim dışında araç olarak; müzik, dans, heykel ve oyun/tiyatro’yu kullanmaktadır. Sanat, kişinin aktif, zihinsel ve fiziksel olarak meşgul olduğu bir süreç olduğu için insanlar sanatla uğraşırken yaptığı işler ‘’katarsise’’ yol açabilir.

   Freud’a göre kişisel çelişki, yaratıcılığın başlangıcını göstermektedir. Nevrozlara ve diğer semptomlara karşı hareket gösteren gizli mekanizmalar yaratıcı eylemde içsel çelişkilerin açıklanmasına izin vermektedir. Max Stern, psikanalizlerde serbest ressamlığı kullanan bir terapist olarak, nevrotik bir genç tarafından yapılan resmin sağaltım için nasıl bir girişim olduğunu açıklamaktadır: ilkel yolla Freud’yan gelişimin başarılı aşamalarında travmatik olaylar test edilmiş, bu yollar çizimlerde tekrarlanmıştır. Böylece, terapistler nevrotik çelişkiyi bir sıraya koymuş oluyorlar. Freud ailesinin bir sanat geçmişi olmamasına rağmen, genel olarak biçimsel ressamlığa olan ilgisi, tutumları ile dikkate alınmıştır. Oğlu Ernst, sanatın psikanaliz içindeki rolü hakkında bazı açıklamalarda bulunmuştur. Burada fanteziden gerçeğe insanı yönlendiren bir yol vardır ki, bu yol sanat yoludur. Bu anlamda, Freud, yorum için bir başlangıç noktası olarak sanatı rüyalara benzetmektedir ve şöyle açıklamaktadır: Rüya gören kişi bize sık sık “ Ben bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum fakat ben bunu çizebilirim” diyor. Freud hastalarına rüyalarını anlatmak yerine çizmelerini önermiştir.

 
   Irwin Edman'a göre: resim sanatında doğrudan doğruya çizginin, bizde hem dokunma, hem de hareket duygusu uyandırdığı konusunda güvenilir kanıtlar vardır. Resme bakarken, alınan zevkin kaynağını ifade etmek üzere bazı estetikçiler, "empati" terimini kullanıyorlar. "empati’’ yâda ‘’einfuehlung", içten içe hareket eden ve gerilen vücudun, algılanan nesnelere kapılması demektir. Yalnız hayalimizle değil, gerçekten biz resimdeki çizgilerle beraber hareket ederiz, tuval üzerinde kesilen bir ritim, algılayışımızın ve içimizde gelişen hareketin akışını da keser. Akıcı ve kıvrak bir çizgi, vücudumuzdaki gerginliği azaltır. Fiziksel olarak renkleri gözümüzle görürüz, bunun yanında gözümüz kapalıyken renkleri bilişsel olarak algılamamızda da mümkündür. Mavi rengi zihnimizde görebilmemiz için ışığa ihtiyacımız yoktur. İnsan gözü kapalıyken de zihninde renkleri çok berrak ve birbiriyle karışmış olarak görebilir. Çünkü gözün fizyolojik çalışma sistemine göre beyne ulaşan uyarılar renk olarak duyumsanır. Bu duyumsama esnasında yine gözün yapısı gereği retina tabakasında rengin öznel algılanmasıyla ilgili renk karışımı gerçekleşir. Fransız İzlenimcilerinin ve Noktacıların çalışmalarına bakacak olursak, izlenimciler; ışık ve renk kuramlarından hareket ederek, rengi nesnelerin nesnel niteliği olarak değil, kişinin yüklediği öznel bir nitelik olarak görüyorlardı. Noktacılar ise küçük renk lekelerinden oluşan resmin, tek tek küçük renk noktacıklarından meydana gelen bir bütün olduğu düşüncesindeydiler.

  
   Yani izlenimciler renk karışımını insan gözünün fizyolojik yapısından hareketle gözün retina tabakasına bıraktılar. Özetlemek gerekirse; duyulara göre renk daima fiziksel niteliklerinin gerektirdiği etkiyi yapmaz. Fizik açısından duruma baktığımıza siyah, ışıklı etkenlerden daima yoksundur. Buna rağmen siyah psikolojik olarak tıpkı diğer renkler gibi kendi başına bir varlık olarak kendini duyurur. Buna benzer bir durumda; renkli bir ışığın yaptığı etkiyi iki değişik rengi karıştırarak vermek mümkün olabilir. Fizik bakımından arada fark vardır, ama psikolojik olarak durum değişmez. Renklerin karışımı, birbirini tamamlamaları, saydam ve donuk renkler, renkli yüzey ve çevresi arasındaki ilişkileri gibi olaylar fizik bakımından bir özellik göstermezler ama psikolojik yönlerden belirli temelleri vardır. Renkler yâda renk grupları algılama ve hissediş açısından kişiyi etkilerler. Algıladığı bir renk insanı heyecanlandırıp coşturma yetisine sahipken diğer bir renk sakinleştirebilmektedir. Renk skalasında kırmızıya doğru giden uzun dalga boyundaki renkler sıcak, maviye giden kısa dalga boyundakiler de soğuk renkler olarak görülür. Bilimsel olarak bu gelişimin nedeni ve bu ayırımın kökeninin neye dayandığı bilinmemektedir. Sosyal hayatımız doğrultusunda bunu anlamaya çalışırsak, kırmızılar ve turuncular bize ateşi; kahverengiler, toprağı çağrıştırdığı için sıcaktır. Gökyüzü, deniz ve buzu çağrıştıran maviler ise soğuktur. Bir örnek bu konunun daha iyi pekiştirilmesine yardımcı olabilir. 18. yüzyılda tiyatrolardaki sahneler kandil yâda buna benzer ışıklarla aydınlatılıyordu. Oyuncular sahnede rollerini bitirdikten sonra elma yeşili boyanmış bir odaya alınırlardı. Bu şekilde oyuncunun sahne ışığına alışmış gözleri dinlendirilir. Aynı zamanda duygusal açıdan rahatlaması sağlanırdı. Çünkü soğuk bir renk olan yeşil hem gözü yormaz hem de duygusal açıdan kişiye rahatlatıcı bir etki yapar. Buna karşılık aynı odanın kırmızı olduğunu düşünelim, kişide uyandıracağı etki yeşil rengin tam tersi olması muhtemeldir. Çünkü duyusal açıdan kırmızılar ve sıcak renkler soğuk renklere göre telaş-heyecan uyandırır. Hatta aynı doyma ve parlaklıktaki sıcak bir renk, soğuk başka bir renge göre daha yönlendirici hissedilir. Bir sanatçı için renk, bir anahtar ve özel bir dildir. Sanatçının bir yankı yapmasına yardımcı olur. Bazen bir gölge, bazen bir form elemanı olarak ifade gücünü yükseltir ve salt anlatım unsuru olarak eserde rol alır.

 

   Renkler gibi çizgilerinde kendilerine özgü etkileri vardır. Bir tablodaki kısımların simetrik dengesi eğri bir çizginin rahatça akışı, düz bir çizginin kesinliği, bunların hepsi sanat zevkimize bir şeyler katar. Belli çizgi çeşitlerinin, aralıklı çizgilerin, yumuşak ya da dalgalı, daire gibi ya da oval olanların, bunların hepsinin, müzikteki tiz ve pes notalar gibi, sıcak ve soğuk renklerle tonları gibi sinirler üzerinde bıraktıkları kendilerine özgü etkileri vardır.

 

   Resimde çizginin karakteristik tipi, psişik etkileme yönünden büyük önem taşır. Örneğin; düz çizgi bir tekdüzelik verir. Bu etki ölçü ile de ilgilidir, hatta hacim çağrışımı da yapabilir. Ayrıca çizgi kendi etrafında bükülerek bir takım dalgalı yüzeyler yaratabilir. Bütün bu hareketler gözü oyalar. Bu gidiş ritmik bir karakter aldığında çoğu kez göze hoş gelen bir uyum elde edilir. Eğri karakterli bir çizginin kendisine özgü bir akıcılığı vardır. Buna karşın çizginin ani yön değiştirmeleri heyecan, hayret ve tereddüt uyandırır, kararsızlık yaratır. Ayrıca resmin özelliği, konu tarafından belirlenir; yatay çizgiler sükûneti, yukarı çıkan hatlar sevinci, aşağı inen çizgiler de kederi ifade ederler. Bütün bunların hislerimizin değişmesinde Payları vardır. Çizginin renkle beraberliğindeki psikolojik etkiyse kompozisyon içinde çizgi, bir renge, açık koyu değerlere veya dokusal karaktere sahip olabilir, çizginin etkileme gücü, rengin aksiyonu ile birleşince anlatım olanağı çok genişler. Renk çizginin diğer niteliklerini de değerlendirmeye, değiştirmeye yâda yumuşatmaya yönelir. Örneğin; şiddetli bir renkle birleştirilen bir kalın çizgi, çarpıcı etki yapar. Aynı çizgi, yumuşak bir renk ile birleştirildiğinde tam tersine etkisi azalır veya başka bir durum ortaya çıkar.


 




    

   Renk ve çizginin psikolojik etkilerinden bahsetmişken sanat dünyasının psikolojisini resimlerine yansıtan ustalarından bahsetmemek olmaz. En önemlilerinden biri her kesim tarafından ruhsal sorunları bilinen ünlü ressam Vincent Van Gogh’tur. Van Gogh'un özellikle son dönem eserlerinde açıkça görülen sarı renk düşkünlüğünün de tıbbi bir bozukluktan kaynaklandığını ileri sürenler olmuştur. Bu konudaki teorilerden birine göre, Van Gogh'un bolca içtiği apsent’te bulunan tuyon adlı madde, zaman içinde Van Gogh'un görüşünü bozarak nesneleri sarımtırak renkte görmesine sebep olmuş, bu da ressamın eserlerine yansımıştır. Bir diğer önemli sanatçı olan Edvard Munch, ruhsal ve duygusal konuları işlediği resimleriyle tanındı. Alman dışavurumculuk akımının gelişmesine önemli katkıları oldu. Başlangıçta resimlerinde egemen olan içe dönük ve karamsar havanın yerini hayatının son yıllarına doğru yaşama sevinci almıştır. Hayatın Frizleri adlı serinin bir parçası olan Çığlık (1893; ilk adı ile Umutsuzluk), tablosunda Munch hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli gibi öğeleri işledi.

 
 

 

   Jackson Pollock damlatma tekniği (drip painting) ile boya karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket ederek boyayı dökme, damlatma ve fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket resmi (action painting) adı verilen resimler yapmıştır. Pollock resimleri için şöyle söylemiştir; ‘’Resimlerim üzerinde çalışırken, o an için ne yaptığımın tamamen bilincinde olmam. Ancak belli bir tanışıklık döneminden sonra ne ile ilgili hareket ettiğimi görebilirim. Değişiklikler yapmak, imgeleri yok etmek gibi konulara dair korkularım yoktur, çünkü resmin kendine ait bir yaşamı vardır.’’ İlerleyen yaşında Alzheimer’e yakalanan, fakat resim yapmaya devam eden, hatta resim yapmanın onun için bir nevi terapi olduğu söylenen Willem de Kooning’in çalışmalarında zaman ilerledikçe soyutlamanın renkleri ve zarif çizgileri daha da sembolikleşmeye başlar. Bu dönemde, temsili fakat aynı zamanda geometrikleştirilmiş kadın ve erkek figürleriyle isimsiz soyut çalışmalar yapmıştır. Bu sanatçılara son bir örnek olarak Mark Rothko’dan bahsedebiliriz,  Rothko ve çağdaşları resimde zamansızlığı kullanırlar. Bu ilke Rothko’da daha da ileriye taşınarak tıpkı müzik gibi soyut ifadeye dönüşür. Rothko'nun resme yaklaşımı resmi tamamen renk, biçim, derinlik gibi formel elemanlara indirgeyen bir tavır gibi görünse de esasında Rothko'yu formalist olarak tanımlamak haksızlık olur. Formel gibi görünen yaklaşımının ardında çok derin bir ruhanilik ve de şiirsellik arayışı yatar. Rothko şöyle söylüyordu; “Ben tuvalde renk ve form ya da başka bir şeyin ilişkisiyle ilgili değilim. Beni ilgilendiren resim yaparken insanların duyumları, halleri, coşkuları ve duygulanımlarıdır.’’


 

 


Kaynaklar: Elif Kavaz, Hilal Büyükçanga, Elgün Guliyev