Ruhsal problemler ve resim sanatı ilişkisiz gibi görünse de söz konusu
insan olunca sanat bu problemlerin açığa çıkmasına ve insanın kendini bulmasına
yardımcı olmaktadır. Sanat aynı zamanda toplum içerisindeki eğilimleri tatmin
eder ve yansıtır. Sanat geleneksel olarak kişisel ifadelerin ve yaratıcı
fikirlerin formu şeklinde olmuştur. Sanatın bir iletişim aracı olarak keşfi,
birey için oldukça iyileştirici olarak görülüp, insan zihnindeki gizli
düşünceleri en iyi şekilde ifade etmek için “sembollerle ifade“ türü olarak kullanılabilir. Psikolojik tedavide
ressamlık tek başına sanatı temsil etmemektedir. Terapi araç olarak güzel sanatları
kullanmaktadır, resim onlardan sadece bir tanesidir. Terapi resim dışında araç
olarak; müzik, dans, heykel ve oyun/tiyatro’yu kullanmaktadır. Sanat, kişinin
aktif, zihinsel ve fiziksel olarak meşgul olduğu bir süreç olduğu için insanlar
sanatla uğraşırken yaptığı işler ‘’katarsise’’
yol açabilir.
Freud’a göre kişisel çelişki,
yaratıcılığın başlangıcını göstermektedir. Nevrozlara ve diğer semptomlara
karşı hareket gösteren gizli mekanizmalar yaratıcı eylemde içsel çelişkilerin
açıklanmasına izin vermektedir. Max Stern, psikanalizlerde serbest ressamlığı
kullanan bir terapist olarak, nevrotik bir genç tarafından yapılan resmin
sağaltım için nasıl bir girişim olduğunu açıklamaktadır: ilkel yolla Freud’yan
gelişimin başarılı aşamalarında travmatik olaylar test edilmiş, bu yollar
çizimlerde tekrarlanmıştır. Böylece, terapistler nevrotik çelişkiyi bir sıraya
koymuş oluyorlar. Freud ailesinin bir sanat geçmişi olmamasına rağmen, genel olarak
biçimsel ressamlığa olan ilgisi, tutumları ile dikkate alınmıştır. Oğlu Ernst,
sanatın psikanaliz içindeki rolü hakkında bazı açıklamalarda bulunmuştur.
Burada fanteziden gerçeğe insanı yönlendiren bir yol vardır ki, bu yol sanat
yoludur. Bu anlamda, Freud, yorum için bir başlangıç noktası olarak sanatı
rüyalara benzetmektedir ve şöyle açıklamaktadır: Rüya gören kişi bize sık sık “
Ben bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum
fakat ben bunu çizebilirim” diyor. Freud hastalarına rüyalarını anlatmak
yerine çizmelerini önermiştir.
Irwin Edman'a göre: resim sanatında doğrudan doğruya çizginin, bizde hem
dokunma, hem de hareket duygusu uyandırdığı konusunda güvenilir kanıtlar
vardır. Resme bakarken, alınan zevkin kaynağını ifade etmek üzere bazı
estetikçiler, "empati"
terimini kullanıyorlar. "empati’’
yâda ‘’einfuehlung", içten içe
hareket eden ve gerilen vücudun, algılanan nesnelere kapılması demektir. Yalnız
hayalimizle değil, gerçekten biz resimdeki çizgilerle beraber hareket ederiz,
tuval üzerinde kesilen bir ritim, algılayışımızın ve içimizde gelişen hareketin
akışını da keser. Akıcı ve kıvrak bir çizgi, vücudumuzdaki gerginliği azaltır. Fiziksel
olarak renkleri gözümüzle görürüz, bunun yanında gözümüz kapalıyken renkleri
bilişsel olarak algılamamızda da mümkündür. Mavi rengi zihnimizde görebilmemiz
için ışığa ihtiyacımız yoktur. İnsan gözü kapalıyken de zihninde renkleri çok
berrak ve birbiriyle karışmış olarak görebilir. Çünkü gözün fizyolojik çalışma
sistemine göre beyne ulaşan uyarılar renk olarak duyumsanır. Bu duyumsama
esnasında yine gözün yapısı gereği retina tabakasında rengin öznel
algılanmasıyla ilgili renk karışımı gerçekleşir. Fransız İzlenimcilerinin ve
Noktacıların çalışmalarına bakacak olursak, izlenimciler; ışık ve renk kuramlarından
hareket ederek, rengi nesnelerin nesnel niteliği olarak değil, kişinin
yüklediği öznel bir nitelik olarak görüyorlardı. Noktacılar ise küçük renk
lekelerinden oluşan resmin, tek tek küçük renk noktacıklarından meydana gelen bir
bütün olduğu düşüncesindeydiler.
Yani izlenimciler renk karışımını insan gözünün fizyolojik yapısından
hareketle gözün retina tabakasına bıraktılar. Özetlemek gerekirse; duyulara
göre renk daima fiziksel niteliklerinin gerektirdiği etkiyi yapmaz. Fizik
açısından duruma baktığımıza siyah, ışıklı etkenlerden daima yoksundur. Buna
rağmen siyah psikolojik olarak tıpkı diğer renkler gibi kendi başına bir varlık
olarak kendini duyurur. Buna benzer bir durumda; renkli bir ışığın yaptığı
etkiyi iki değişik rengi karıştırarak vermek mümkün olabilir. Fizik bakımından
arada fark vardır, ama psikolojik olarak durum değişmez. Renklerin karışımı,
birbirini tamamlamaları, saydam ve donuk renkler, renkli yüzey ve çevresi
arasındaki ilişkileri gibi olaylar fizik bakımından bir özellik göstermezler
ama psikolojik yönlerden belirli temelleri vardır. Renkler yâda renk grupları
algılama ve hissediş açısından kişiyi etkilerler. Algıladığı bir renk insanı heyecanlandırıp
coşturma yetisine sahipken diğer bir renk sakinleştirebilmektedir. Renk
skalasında kırmızıya doğru giden uzun dalga boyundaki renkler sıcak, maviye
giden kısa dalga boyundakiler de soğuk renkler olarak görülür. Bilimsel olarak
bu gelişimin nedeni ve bu ayırımın kökeninin neye dayandığı bilinmemektedir.
Sosyal hayatımız doğrultusunda bunu anlamaya çalışırsak, kırmızılar ve
turuncular bize ateşi; kahverengiler, toprağı çağrıştırdığı için sıcaktır.
Gökyüzü, deniz ve buzu çağrıştıran maviler ise soğuktur. Bir örnek bu konunun
daha iyi pekiştirilmesine yardımcı olabilir. 18. yüzyılda tiyatrolardaki sahneler
kandil yâda buna benzer ışıklarla aydınlatılıyordu. Oyuncular sahnede rollerini
bitirdikten sonra elma yeşili boyanmış bir odaya alınırlardı. Bu şekilde
oyuncunun sahne ışığına alışmış gözleri dinlendirilir. Aynı zamanda duygusal
açıdan rahatlaması sağlanırdı. Çünkü soğuk bir renk olan yeşil hem gözü yormaz
hem de duygusal açıdan kişiye rahatlatıcı bir etki yapar. Buna karşılık aynı
odanın kırmızı olduğunu düşünelim, kişide uyandıracağı etki yeşil rengin tam
tersi olması muhtemeldir. Çünkü duyusal açıdan kırmızılar ve sıcak renkler
soğuk renklere göre telaş-heyecan uyandırır. Hatta aynı doyma ve parlaklıktaki
sıcak bir renk, soğuk başka bir renge göre daha yönlendirici hissedilir. Bir
sanatçı için renk, bir anahtar ve özel bir dildir. Sanatçının bir yankı
yapmasına yardımcı olur. Bazen bir gölge, bazen bir form elemanı olarak ifade
gücünü yükseltir ve salt anlatım unsuru olarak eserde rol alır.
Renkler gibi çizgilerinde kendilerine özgü etkileri vardır. Bir
tablodaki kısımların simetrik dengesi eğri bir çizginin rahatça akışı, düz bir
çizginin kesinliği, bunların hepsi sanat zevkimize bir şeyler katar. Belli
çizgi çeşitlerinin, aralıklı çizgilerin, yumuşak ya da dalgalı, daire gibi ya da
oval olanların, bunların hepsinin, müzikteki tiz ve pes notalar gibi, sıcak ve
soğuk renklerle tonları gibi sinirler üzerinde bıraktıkları kendilerine özgü
etkileri vardır.
Resimde çizginin karakteristik tipi, psişik etkileme yönünden büyük önem
taşır. Örneğin; düz çizgi bir tekdüzelik verir. Bu etki ölçü ile de ilgilidir,
hatta hacim çağrışımı da yapabilir. Ayrıca çizgi kendi etrafında bükülerek bir
takım dalgalı yüzeyler yaratabilir. Bütün bu hareketler gözü oyalar. Bu gidiş
ritmik bir karakter aldığında çoğu kez göze hoş gelen bir uyum elde edilir. Eğri
karakterli bir çizginin kendisine özgü bir akıcılığı vardır. Buna karşın
çizginin ani yön değiştirmeleri heyecan, hayret ve tereddüt uyandırır,
kararsızlık yaratır. Ayrıca resmin özelliği, konu tarafından belirlenir; yatay
çizgiler sükûneti, yukarı çıkan hatlar sevinci, aşağı inen çizgiler de kederi
ifade ederler. Bütün bunların hislerimizin değişmesinde Payları vardır. Çizginin
renkle beraberliğindeki psikolojik etkiyse kompozisyon içinde çizgi, bir renge,
açık koyu değerlere veya dokusal karaktere sahip olabilir, çizginin etkileme
gücü, rengin aksiyonu ile birleşince anlatım olanağı çok genişler. Renk
çizginin diğer niteliklerini de değerlendirmeye, değiştirmeye yâda yumuşatmaya
yönelir. Örneğin; şiddetli bir renkle birleştirilen bir kalın çizgi, çarpıcı
etki yapar. Aynı çizgi, yumuşak bir renk ile birleştirildiğinde tam tersine
etkisi azalır veya başka bir durum ortaya çıkar.
Renk ve çizginin psikolojik etkilerinden bahsetmişken sanat dünyasının
psikolojisini resimlerine yansıtan ustalarından bahsetmemek olmaz. En
önemlilerinden biri her kesim tarafından ruhsal sorunları bilinen ünlü ressam Vincent
Van Gogh’tur. Van Gogh'un özellikle son dönem eserlerinde açıkça görülen sarı
renk düşkünlüğünün de tıbbi bir bozukluktan kaynaklandığını ileri sürenler
olmuştur. Bu konudaki teorilerden birine göre, Van Gogh'un bolca içtiği
apsent’te bulunan tuyon adlı madde, zaman içinde Van Gogh'un görüşünü bozarak
nesneleri sarımtırak renkte görmesine sebep olmuş, bu da ressamın eserlerine
yansımıştır. Bir diğer önemli sanatçı olan Edvard Munch, ruhsal ve duygusal
konuları işlediği resimleriyle tanındı. Alman dışavurumculuk
akımının gelişmesine önemli katkıları oldu. Başlangıçta resimlerinde egemen
olan içe dönük ve karamsar havanın yerini hayatının son yıllarına doğru yaşama
sevinci almıştır. Hayatın Frizleri adlı serinin bir parçası olan Çığlık (1893; ilk adı ile Umutsuzluk),
tablosunda Munch hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli gibi öğeleri işledi.
Jackson Pollock damlatma tekniği (drip painting) ile boya
karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara
bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket
ederek boyayı dökme, damlatma ve fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket
resmi (action painting) adı verilen
resimler yapmıştır. Pollock resimleri için şöyle söylemiştir; ‘’Resimlerim üzerinde çalışırken, o an için
ne yaptığımın tamamen bilincinde olmam. Ancak belli bir tanışıklık döneminden
sonra ne ile ilgili hareket ettiğimi görebilirim. Değişiklikler yapmak,
imgeleri yok etmek gibi konulara dair korkularım yoktur, çünkü resmin kendine
ait bir yaşamı vardır.’’ İlerleyen yaşında Alzheimer’e yakalanan, fakat
resim yapmaya devam eden, hatta resim yapmanın onun için bir nevi terapi olduğu
söylenen Willem de Kooning’in çalışmalarında zaman ilerledikçe soyutlamanın renkleri ve zarif çizgileri daha da
sembolikleşmeye başlar. Bu dönemde, temsili fakat aynı zamanda
geometrikleştirilmiş kadın ve erkek figürleriyle isimsiz soyut çalışmalar
yapmıştır. Bu sanatçılara son bir örnek olarak Mark Rothko’dan bahsedebiliriz, Rothko ve çağdaşları resimde
zamansızlığı kullanırlar. Bu ilke Rothko’da daha da ileriye taşınarak tıpkı
müzik gibi soyut ifadeye dönüşür. Rothko'nun resme yaklaşımı resmi tamamen
renk, biçim, derinlik gibi formel elemanlara indirgeyen bir tavır gibi görünse
de esasında Rothko'yu formalist olarak tanımlamak haksızlık olur. Formel gibi
görünen yaklaşımının ardında çok derin bir ruhanilik ve de şiirsellik arayışı
yatar. Rothko şöyle söylüyordu; “Ben
tuvalde renk ve form ya da başka bir şeyin ilişkisiyle ilgili değilim. Beni
ilgilendiren resim yaparken insanların duyumları, halleri, coşkuları ve
duygulanımlarıdır.’’
Kaynaklar: Elif Kavaz, Hilal
Büyükçanga, Elgün Guliyev