6 Temmuz 2015 Pazartesi

ŞEHİR EFSANELERİ



 




 


 


 


‘’Bir arkadaşımın kardeşinin başına gelmiş’’ ya da ‘’Bizim bir akrabanın komşusunun başına gelmiş’’ şeklinde başlar her şey. Evet, kulaktan kulağa yayılan, yayıldıkça değişen, başına gelen kişi bir anlatışta akraba diğerinde arkadaş olan, belki birinin uydurduğu, belki birinin abarttığı, kültürümüzde olan ama şehir hayatına uyarlanmış çoğunlukla ibret alınması, ders çıkartılması gereken hikâyelerden bahsediyorum.


 


  Arkadaşlar arsında yapılan geyik muhabbeti, söylentiler, mitler, günümüz masalları ne denirse densin, yaşantımızın bir parçası olmuştur ‘’Şehir Efsaneleri’’, İngilizce ‘’Urban Legends’’ kelimesinin karşılığı olan bu terim genellikle yerleşik şehir yaşamına geçen bizlerin unutmadığımız geleneklerimizden kaynaklanır. En etkili reklamın, kötü haberlerin, yeni bir teknolojinin kulaktan kulağa yayıldığı gibi şehir efsaneleri de insanlar arasında yayılır. Çoğu inanmaz, saçma bulur ama merak eder, kimi hislenir, duygulanır inanmak ister, öyle ya da böyle tepki veririz duyduklarımıza. Bazen şehir dışına çıkmış bir arkadaşımızın tanık olduğu bir olaydır, belki biraz abartmıştır sonra değişir yayıldıkça, başkasından duyduğunuzda iş işten geçmiştir artık. Bazen de bir mail gelir, Bill Gates sizi zengin etmek istemektedir ya da bir başkası, ama mutlaka yapman gereken bir şeyler vardır. Ya da sorunların kolay çözüm yolları vardır birileri tarafından bulunmuş, bizim için her şey sorundur, dijital yayının şifreli olması bile. Çoğu zaman tarihi olayları bile sanki anlatan kişi orda bulunup yaşamış gibi anlatır, ya da kimsenin bilmediği icatlarımız vardır, birileri izin vermiyor diye kullanamayız.


  


   Ben yinede bazılarına inanmak istiyorum, aslı astarı olmasa da, uydurulsa da, değiştirilse de ve bazen bizi gülümseten, bazen duygulandıran bazen de düşündüren bu şehir efsanelerinden seçtiğim birkaç örneği sizinle paylaşmak istiyorum. Bazılarını birkaç kaynaktan araştırdım, bazılarını ise duyduklarımdan hatırladığım kadarıyla anlatmaya çalıştım, sonuçta bunlar şehir efsanesi yani yanlış bir şey yapmıyorum…


 


   Anlatacağım şehir efsanelerine geçmeden önce özellikle gençler arasında bu hikâyelerin nasıl yayıldığı ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Çoğunlukla üniversite hayatına yeni başladığımızda, arkadaşlarla yapılan aktivitelerde ortaya çıkar bu hikâyeler. Mesela topluca film izlenirken biri Bruce Lee’nin aslında kazayla değil rakipleri tarafından öldürüldüğünü söyler, beraber ders çalışırken biri çıkar bir üniversitede hocanın birinin sınavda sınıfa girip tahtaya sadece risk nedir yazdığını söyler, hepimizin bildiği gibi sadece bir çocuk akıl edip sınav kâğıdını boş verir ve kâğıda sadece risk budur yazar. Bu hikâyeyi ve değişik versiyonlarını hepimiz duymuşuzdur. Ya da sınava geç kalan arkadaşların hocaya arabanın tekerinin patladığını söylemeleri üzerine hocanın sınıfta hepsini farklı yere oturtup en yüksek puanı arabanın hangi tekerleği patladı? sorusuna vermesi gibi. Üniversitede bunun gibi hikâyeleri çok duyarız ve gerçekten bazıları çok güzeldir, mesela Amerika’da bir üniversitede bizdeki ilahiyat fakültesine denk gelen bölümde son sınıf öğrencileri bütün bir yıl boyunca ‘’İsa’nın hayatı’’ başlıklı bir ders almışlar. Yılsonunda final sınavı için gelen öğrenciler sınıfın kapısında, sınavın kampüsün diğer ucundaki bir anfide yapılacağı notunun asılı olduğunu görmüşler. Bunun üzerine sınava geç kalmamak için koştura koştura yeni salonun yolunu tutmuşlar. Anfinin olduğu binanın girişinde de hırpani kılıklı biri varmış. Adamcağız, ‘’ Allah rızası için yardım edin. Üç gündür ağzıma lokma girmedi’’ gibi şeyler diyormuş ama telaşlı öğrencilerden hiçbiri ilgilenmemiş dilenciyle. Sınav saati geldiğinde hoca sınıfa girmiş, ‘’ Sınava hiç gerek kalmadı, çünkü hepiniz kaldınız. Seneye görüşmek üzere’’ demiş. Meğerse sınavı zaten yapmış hocaları. Binanın girişindeki dilenci bir aktörmüş ve öğrencilerin İsa’nın erdemlerinden pay alıp almadıklarını test etmek üzere oradaymış.


 


   Aslında Üniversiteden önce daha ortaokul yıllarında bu mektubu yedi kişiye göndermezsen annen ölecek gibi şeylerde çıkardı karşımıza daha sonra günümüzde bu bize gönderilen mailler şeklinde değişti. Bu maili herkese gönderirsen günün sonunda başına çok güzel bir şey gelecek, ya da hiçbir zaman gerçekliğine inanamadığımız yardım mailleri gibi. Kan ihtiyacı, organ ihtiyacı olan çocuklar, başhekim imzalı hatta telefon numaralı mailler şeklinde bize ulaşır, gerçekten bu numaraları arayan biri var mıdır? Hep merak etmişimdir. Üniversitede geçen efsanelere birkaç örnek daha vermek gerekirse, genellikle yabancı ülkelerde yaşanmış olabilecek efsaneler mevcut, mesela yurt sisteminin Amerika ile Türkiye’de çok farklı olması bu efsanelerin anlatımında mantık hatalarını da ortaya çıkarmakta ama bu olay yabancı bir ülkede olmuş diye başlanırsa inanılırlığı artıyor ister istemez. Mesela en bilinen efsanelerden biri de yurttaki oda arkadaşları efsanesidir. Aynı odada kalan iki arkadaştan birinin sevgilisi varmış, diğeri bir akşam odaya geldiğinde arkadaşının yalnız olmadığını görmüş ve sevgilisidir diyip rahatsız etmemek için ışıkları açmamış ve alacağı her neyse kitap veya ders malzemesi, alıp odadan çıkmış. Sabah odaya geldiğinde arkadaşının öldürülmüş olduğunu görmüş ve duvarda arkadaşının kanıyla şöyle yazıyormuş; ‘’Işıkları açmadığın için memnun musun?’’


  


   Amerika kökenli efsanelere başlamışken Amerika’da yaşandığı iddia edilen birkaç efsaneyi daha anlatabiliriz; seksenlerin başında ortaya çıkan ve etkisini hala sürdüren yani çokça inanılarak anlatılan hikâyeye göre, eğer gece karşınızdan gelen arabanın ışıklarının yanmadığını görürseniz sakın ola ki ‘’ışıkların yanmıyor’’ diye kendi farınızı yakıp söndürerek uyarmaya kalkışmayın. Her yıl böyle 15–20 kişi uyardığı araba tarafından takip edilerek ya yoldan çıkarılmaya çalışıyormuş ya da durduğunda vurularak öldürüyormuş. Meğerse çetelere yeni katılanlar için yapılan bir tür sınavmış bu, çeteye girmek isteyen üye ışıklarını söndürüp yola çıkarmış. Onu farlarıyla ilk uyaran arabayı hedef seçip takip edermiş, amaç belli yapamayan çeteye kabul edilmezmiş.     


 


   Amerika’da bebek bakıcılığı yaygın bir meslektir, benim de sevdiğim bir efsane olan ‘’telefondaki sapık’’ efsanesini de anlatmak istiyorum. Aslında birçok kez filme de çekilmiş olan efsane, banliyöde çocuklara bakıcılık yapan üniversite öğrencisi genç kızın çocukları üst katta uyuttuktan sonra telefonla rahatsız edilmesiyle başlıyor. Telefonda önce arkadaşları tarafında şaka yapıldığını sanan genç kız zaman geçtikçe rahatsız olmaya başlar. Çünkü telefondaki ses, kız hakkında bilmemesi gereken şeylerden bahsetmeye başlar, hatta çocukları uyuttun mu dediğinde kız artık polisi arar. Polis adamın bir sonraki aramasında arayan numarayı tespit edebileceğini ama kızın telefonda onu biraz oyalaması gerektiğini söyler. Kız için kötü geçen bir telefon görüşmesinin ardından polis numarayı tespit ettiğini bildirir, numara bir cep telefonudur ve şu an bulunduğu adresi belirlemişlerdir. Adresi duyduğunda kız için yapacak bir şey yoktur çünkü verilen adres kızın bakıcılık yaptığı evin adresidir.


 


   Amerika’da ellili yıllardan beri anlatılan arabalı bir hikâye varmış, ‘’Vanishing hitchiker’’ yani yok olan otostopçu efsanesi şöyle anlatılıyor; Adamın biri, bir cumartesi gecesi evine dönüyormuş. Birden 15–16 yaşlarında sevimli bir kızın yolun kenarında otostop yaptığını görmüş. Adamın da aynı yaşlarda iki kızı varmış. Arabayı kızın yanına gelince durdurmuş. Gece yarısı böyle ıssız bir yerde ne yaptığını sormuş, kız adama yakın bir yerde oturduğunu ve onu evine götürüp götüremeyeceğini sormuş. Adam kabul etmiş tabi ki, kız arabanın arka koltuğuna oturmuş. Kızın üzerinde güzel bir kıyafet varmış, adresini adama söylemiş gerçekten de yakınmış kızın evi adam kızın evin önüne geldiğinde evet küçük hanım evinize geldik demek için arka koltuğa döndüğünde, arabada kimse olmadığını görmüş. Hemen arabasından inip evin kapısını çalmış. Beyaz saçlı, yaşlı bir kadın kapıyı açmış. Adam heyecanla olanları anlatırken kadın adamı susturmuş, sadece biliyorum demiş, bu ilk defa başımıza gelmiyor her cumartesi akşamı aynı şeyi yaşarız. Meğer kız bir cumartesi gecesi diskodan dönerken trafik kazası geçirmiş ve oracıkta ölmüş. Şimdi her cumartesi gecesi kazada öldüğü yerden otostop yapıp evine dönmeye çalışıyormuş ama bunu bugüne kadar başaramamış. Kadın bunları anlatırken adamın gözü piyanonun üzerindeki kızın fotoğrafına ilişmiş. Kız arabaya bindiği kıyafetiyle fotoğrafta gülümsüyormuş.


 


   Öteki taraftan gelip insanlarla ilişkiye geçen hayalet hikâyeleri arasında Romanya’da yaygın olan bir tane var ki benzerlerinden ilginç bir özelliğiyle ayrılıyor. Bu, belki de içine reklam alan tek hayalet efsanesi. Hikâyenin önemli rollerinden birinde bir saat var ve bu efsaneyi kim anlatırsa anlatsın mutlaka saatin markasını zikredermiş: ‘’Adam Omega marka saatini…’’ diye anlatılır en heyecanlı yeri. Olay Bükreş’te geçiyor, bir otomobil tamircisi gece evine dönerken yol kenarında lastiği patlamış bir araba ve tekerleği değiştirmeye çalışan iki kız görmüş. Yardım amacıyla durmuş ve kızların değiştirmeye çalıştığı yedek lastiğin de patlak olduğunu görmüş. Adam kızlara bu saate bunu tamir etmenin zor olduğunu ve kızları gidecekleri yere bırakabileceğini söylemiş ertesi sabah geri gelip tamir ederiz demiş. Evlerine geldiklerinde kızlar adamı bir bardak kahve içmek için yukarı davet etmişler. Ev bir apartmanın 7. katında hoş bir daireymiş. Yedek lastikle uğraşırken elleri kirlendiğinden adam önce lavaboyu kullanmak istemiş ve ellerini yıkarken Omega marka saatini çıkarıp aynanın önüne koymuş. Kızlardan birinin Kahve hazır diye seslendiğini duyunca da hemen ellerini kurulayıp banyodan çıkmış. Aceleyle de saatini aynanın önünde unutmuş. Kahvesini içip kızlara teşekkür edip ayrıldığında da saat aklına gelmemiş. Ertesi gün saatini almak için tekrar geldiğinde apartmanın kapıcısı kızların artık o dairede oturmadıklarını söylemiş. Bu iki talihsiz kız üç hafta önce Ploeşti’de bir trafik kazası geçirip ölmüşler ve adamın onları gördüğü yere çok yakın olan Tincabeşti mezarlığında yatıyorlarmış. Tamirci duyduklarına inanamamış ve nasıl olur? Ben dün akşam evlerinde onlarla beraberdim demiş. Kapıcı bunun imkânsız olduğunu söyleyerek adamı, kızların dairesine çıkartmış. Kapıcı yedek anahtarla kapıyı açmış ve adam doğruca banyoya gitmiş. Omega marka saati aynanın önünde bıraktığı gibi duruyormuş.


 


   Evet, bu ürkütücü şehir efsanelerinden sonra biraz da garip ve komik şehir efsanelerine değinelim. Bazıları gerçekten de film senaryosu olabilecek şehir efsaneleri de mevcut. Aslında şehir efsanesi olarak yurt dışında yaygın olan ama Türkiye’de benzer bir hikâyeyle sinema filmi yapılmış bir şehir efsanesi var. Efsane şöyle; adamın biri arabasıyla giderken birden yola fırlayan genç bir kıza çarpıyor, kız 17–18 yaşlarında. Hemen kızı hastaneye götürüyor ve sağlığından endişe ettiği için yanından ayrılmıyor. Derken doktor geliyor ve kızın kazayı birkaç sıyrıkla atlattığını ama kötü bir haberinin olduğunu, karnındaki bebeğin düştüğünü söylüyor. Polisler gelip olanları anlattığında, kızın ayıldığında karnındaki bebeğin babasının onu hastaneye getiren kişi olduğunu ve kürtaj yaptırması için ısrar ettiğini ama kız karşı çıkınca tartışırken merdivenlerden düştüğünü söylediğini öğreniyor. Adam tamamen zan altında kalmışken, bebeğin ondan olmadığını kanıtlamak için test yapılmasını istiyor. Test sonucunu bildiren doktor, çocuğun ondan olmadığının kanıtlandığını ayrıca zaten adamın kısır olduğunu söylüyor. Asıl sürprizde burada zaten, adam evli ve iki tane çocuğu var…


 


   Tabutta Röveşata filmini seyredenler hatırlayacaktır, filmin evsiz başkarakterinin en büyük keyfi geceleri gözüne kestirdiği bir arabayı çalıp sabaha kadar dolaştıktan sonra aldığı yere bırakmaktır. Gerçekten buna benzer efsaneler var bir tanesi şöyle; evli bir çiftin bir gün arabaları çalınır. İki gün arabadan haber çıkmaz, üçüncü gün sabahı araba evin önünde durmaktadır. Arabada bir hasar yoktur ama ön koltukta bir kâğıt bulurlar. Kâğıtta, acil bir durum dolayısıyla arabanın ödünç alındığı alanların kendilerini affettirmek için hafta sonu bir otelde iki kişilik yer ayırtıldığı yazmaktaymış. Önce hırsız tarafından yapılan bir şaka gibi gelmiş çifte ama kontrol ettiklerinde gerçektende otelde adlarına bir oda ayrıldığı ve parasının peşin ödendiğini öğrenmişler. Uzun tartışmalardan sonra gitmeye karar vermişler, tabii ki döndüklerinde evlerini bomboş bir halde bulmuşlar. Aslında kadının ailesinden kalan antika eşyaların peşinde olan hırsızlar tarafından soyulmuşlar.


 


   Komik bir efsanede Amerika’dan, Kaliforniya itfaiyesi yetkilileri bir orman yangınından sonra ormanın içinde yanmış bir ceset bulurlar. Ama garip olan cesedin yanında şnorkel, oksijen tüpü ve paletler vardır. Araştırmalar sonucu adamın kimliği tespit edilir ve orman yangınının olduğu gün ormana 20 km uzaklıktaki koyda dalış yaptığı anlaşılır. Talihsiz adam ne yazık ki dalış yaparken yangın söndürme helikopteri tarafından denizden alınıp orman yangınının üzerine atılmıştır.


 


   Derler ki; bir çocuk uçuş sırasında doğarsa hava yolu şirketi tarafından ödüllendirilir ve ömrünün sonuna kadar o şirketle bedava uçarmış. Bu bir efsane tabii ki ama 23 Mayıs 1996’da Pasifik Asya Havayollarının bir uçağında yedi aylık hamile olan bir kadın doğum yapmış. Prematüre doğan çocuk daha sonra sağlığına kavuşmuş. Havayolu şirketi uçaklardan birine bebeğin ismi olan Dararasami ( Yıldız Işığı ) adını vermiş. Ayrıca jest olarak Dararasami’ye şirketin uçaklarına ömür boyu bedava binme hakkı tanınmış. Benzer bir olayda Amerika’da yaşanmış. Trende doğan bir bebek için hayatı boyunca demiryollarından bedava yararlanacağı açıklaması yapılmış. Çünkü bu, 23 yıldan sonra trende doğan ilk bebekmiş.


 


  Şehir Efsanelerinin temelinde genellikle yaşanmış bir hikâye vardır ama anlatıla anlatıla yaşanan gerçekler yok olup gider. Bunun nedeni insanların genellikle inanmak istediklerine inanmaları olabilir. Bazen de birinin aklına bir hinlik gelir ve ortaya atılan hikâye yayıla yayıla gerçek kabul edilir. Küçük çocukların izlediği Tele Tubies’de ki Tinky Winky eşcinsel bir karaktermiş ya da Coca Cola’yı tersten okursanız Latince şu demekmiş gibi hikâyeler de vardır, daha zekice olanları da. Bende zekice bir efsaneyle bu yazıyı bitirmek istiyorum. Philips ve Sony firmaları ilk compact discleri yani CD ‘leri geliştirdiklerinde maksimum kapasiteyi Beethoven’in 9. Senfonisi’ne göre ayarlamışlar. Böylelikle de CD’lerin maksimum uzunluğu 74 dakikayla sabitlenmiş…


 


 


Kaynak: Ersan Özer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder