5 Temmuz 2015 Pazar

Cesaret isteyen bir başlık; “Inception’dan tatmin olamamak”



 


 




 


 


Hamburgerimi ısırırken arkadaşım Sihirbazın Çırağına gittin mi diye soruyor. Ben; ne işim var Nicolas Cage’li patlamış mısır filminde demeden tekrar sinemaya gitme fırsatını kaçırmamak için -o’na da gideriz diyorum. Neden tek başıma sinemaya gitmek istemediğimi düşünüyorum. Çocukken neredeyse her zaman yalnız giderdim, büyüyünce de arkadaşlarla. Kimseyi yönlendirmedim ama film zevkime güvendikleri için çoğunlukla istediğim filmi izleyebilirdim. Peki ya şimdi? Neden sinemaya gitmek için arkadaşlarımı arıyorum? Sanırım yaşlandım. Oyuncak hikâyesi 3’e bile bu yüzden gidemedim. Yanımda bir kız olsa, gişedeki görevli –aa ne şirinler kız arkadaşı animasyona gidelim demiş çocukta kıramamış diye düşünüp bilet verirken bize gülümseyerek iyi seyirler bile derdi. Patatesi mayanoze batırıyorum. Ben aslında Son hava bükücüyü de merak ediyorum diyorum. Araştırma görevlisi arkadaşım Sihirbazın çırağını merak ettiyse bu sayede Avatarı da izleyebilirim diye düşünüyorum.- Avatar diye bi animasyon vardı, o çizgi filmden uyarlama, gerçek avatar bu aslında diyorum. Ama tabiî ki aklımda sadece inception’a bilet almak var. Büyük boy kolanın içindeki buz eriyor ve artık bu garip şeyi içemiyorum, kalkıyoruz. Biletlerimizi alırken gişe görevlisi işletme politikası yüzünden film orijinal dilinde ve Türkçe altyazılı diyor, teşekkür edip gülümsüyorum. Arkadaşımın suratında acaba Türkçe dublajlı bi filme mi gitseydik bakışı var mı diye de çaktırmadan bakıyorum. Fikir sahibi olmamak için internette hakkında bir şey okumadığım filme nihayet giriyoruz. Karanlıkta, perdede salona sonradan girenleri hicvetmek için yapılmış gorilli banka reklamı oynarken bir grup üniversite öğrencisi ellerinde mısırlar ve içeceklerle arkamıza oturuyorlar. Umarım çok konuşmazlar diye umut etmekten başka yapacak bir şey de yok. Leonardo Di Caprio ile açılıyor ilk sahne, sonu tahmin edilebildiği halde iyi çekilmiş olan Zindan Adasındaki oyunculuğundan farklı bir oyunculuk bekliyorum. Ken Watanebe’nin makyajı biraz gözüme batıyor ama ses etmiyorum çünkü filmi ben seçtim ve arkadaşımda filmi sevmeli. Ellen Page’in canlandırdığı karakterin Cobb’un rüyasına ilk girdiği ve kendince bir şeyleri değiştirmeye başladığı ayna sahnesi gibi yerlerde abartılı tepkiler veriyorum ve gerçekten korktum der gibi hemen arkadaşıma bakıyorum. Film onu yakalamalı çünkü biraz sıkılmış görünüyor. Filmi izlerken midemde bir gariplik olmuyor. Olması lazım çünkü bu bir Christopher Nolan filmi. Memento ‘yu vcd’de ilk izlediğimizde kuzenlerimle filmi durdurup –ne oluyo ya? Diye ayağa kalktığımızı hatırlıyorum. Bir filmi izlerken, filmin sizde adlandıramadığınız fizyolojik bir etki bırakması (mide bulantısı hariç) nadir görülür. Gerçekten seveceğimi anladığım filmler genellikle bende böyle bir etki bırakırlar. The Dark Knight’ı sinemada izlerken düşündüklerimi hatırlıyorum; -bu artık bir süper kahraman filmi değil, bambaşka bir şey! Ya da Prestij’i izlerken ne kadar zevk aldığımı düşünüyorum. Her şey iyice karıştı ve takım rüya içinde rüya olayında üçüncü aşamaya geçti. Arada hala arkadaşıma bakıyorum, sevdi mi acaba? Joseph gordon-lewitt’in karakteri hoşuma gidiyor. Final bölümü yaklaşıyor, minibüs hala havada, arkadaki çocuklar gülüyor. Filme konsantre olmaya çalışıyorum, iyi düşünülmüş iyi planlanmış bir film diyorum. Hadi şöyle bomba gibi bir sahne olsun, hani fragmanlarda ucundan azıcık gösterilirde filme gitmek için can atarsınız. Ellen page’in şehri ters düz etmesi bile beni şaşırtmıyor çünkü zaten fragmanda hepsini gördüm. Aklıma eve gidince El secreto de sus ojos filmindeki stadyum sahnesini internette bulmaya çalışma fikri geliyor. O filme de gidemedim diyorum. Hemen bi kız bulmalıyım. Minibüs düşmeye devam ediyor, çocuklar yine gülüyor. Acaba oyuncular senaryoyu okurken filmi anlayabiliyorlar mı diye düşünüyorum, tabi ki hepsi ortalama zekâya sahip ama bazı filmler kurgulanmış haliyle bir şeye benziyor. Filmi sorgulamaya başlıyorum, hepsi uyuyorlarsa bir kişinin rüyasına nasıl giriyorlar? Filmi tekrar izlemem gerekeceğini biliyorum. Minibüs hala düşüyor, gerçekten kimse ölmeyecek ya da başlarına büyük bir talihsizlik gelmeyecek sanırım diye düşünüyorum. Keşke Cobb’un karısı karşılarına daha çok çıksaydı. Marion Cottilard ne güzel kadın diyorum arkadaşıma. Cobb’un çocuklarına kavuştuğu son sahne geliyor ve bam! Peki, bu sahne olmasaydı yine de bu filmi sever miydim diye düşünüyorum. Hala bir şey eksik gibi. Sinemadan çıkıyoruz ve arkadaşım filmi bir de Türkçe izlemek gerektiğini söylüyor, beğendiği için mutlu oluyorum. Acaba birkaç gün sonra tekrar görüşüp Ölümcül takip adındaki Güney Kore filmine gidebilir miyiz diye soruyorum.


 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder