Hamburgerimi ısırırken arkadaşım Sihirbazın Çırağına
gittin mi diye soruyor. Ben; ne işim var Nicolas Cage’li patlamış mısır filminde
demeden tekrar sinemaya gitme fırsatını kaçırmamak için -o’na da gideriz
diyorum. Neden tek başıma sinemaya gitmek istemediğimi düşünüyorum. Çocukken
neredeyse her zaman yalnız giderdim, büyüyünce de arkadaşlarla. Kimseyi
yönlendirmedim ama film zevkime güvendikleri için çoğunlukla istediğim filmi
izleyebilirdim. Peki ya şimdi? Neden sinemaya gitmek için arkadaşlarımı
arıyorum? Sanırım yaşlandım. Oyuncak hikâyesi 3’e
bile bu yüzden gidemedim. Yanımda bir kız olsa, gişedeki görevli –aa ne
şirinler kız arkadaşı animasyona gidelim demiş çocukta kıramamış diye düşünüp
bilet verirken bize gülümseyerek iyi seyirler bile derdi. Patatesi mayanoze
batırıyorum. Ben aslında Son hava bükücüyü
de merak ediyorum diyorum. Araştırma görevlisi arkadaşım Sihirbazın çırağını
merak ettiyse bu sayede Avatarı da izleyebilirim diye düşünüyorum.- Avatar diye
bi animasyon vardı, o çizgi filmden uyarlama, gerçek avatar bu aslında diyorum.
Ama tabiî ki aklımda sadece inception’a
bilet almak var. Büyük boy kolanın içindeki buz eriyor ve artık bu garip şeyi
içemiyorum, kalkıyoruz. Biletlerimizi alırken gişe görevlisi işletme politikası
yüzünden film orijinal dilinde ve Türkçe altyazılı diyor, teşekkür edip
gülümsüyorum. Arkadaşımın suratında acaba Türkçe dublajlı bi filme mi gitseydik
bakışı var mı diye de çaktırmadan bakıyorum. Fikir sahibi olmamak için
internette hakkında bir şey okumadığım filme nihayet giriyoruz. Karanlıkta,
perdede salona sonradan girenleri hicvetmek için yapılmış gorilli banka reklamı
oynarken bir grup üniversite öğrencisi ellerinde mısırlar ve içeceklerle
arkamıza oturuyorlar. Umarım çok konuşmazlar diye umut etmekten başka yapacak
bir şey de yok. Leonardo Di Caprio ile açılıyor ilk sahne, sonu tahmin
edilebildiği halde iyi çekilmiş olan Zindan Adasındaki
oyunculuğundan farklı bir oyunculuk bekliyorum. Ken Watanebe’nin makyajı biraz
gözüme batıyor ama ses etmiyorum çünkü filmi ben seçtim ve arkadaşımda filmi
sevmeli. Ellen Page’in canlandırdığı karakterin Cobb’un rüyasına ilk girdiği ve
kendince bir şeyleri değiştirmeye başladığı ayna sahnesi gibi yerlerde abartılı
tepkiler veriyorum ve gerçekten korktum der gibi hemen arkadaşıma bakıyorum.
Film onu yakalamalı çünkü biraz sıkılmış görünüyor. Filmi izlerken midemde bir
gariplik olmuyor. Olması lazım çünkü bu bir Christopher Nolan filmi. Memento ‘yu
vcd’de ilk izlediğimizde kuzenlerimle filmi durdurup –ne oluyo ya? Diye ayağa
kalktığımızı hatırlıyorum. Bir filmi izlerken, filmin sizde adlandıramadığınız
fizyolojik bir etki bırakması (mide bulantısı hariç) nadir görülür. Gerçekten
seveceğimi anladığım filmler genellikle bende böyle bir etki bırakırlar. The Dark Knight’ı
sinemada izlerken düşündüklerimi hatırlıyorum; -bu artık bir süper kahraman
filmi değil, bambaşka bir şey! Ya da Prestij’i
izlerken ne kadar zevk aldığımı düşünüyorum. Her şey iyice karıştı ve takım
rüya içinde rüya olayında üçüncü aşamaya geçti. Arada hala arkadaşıma
bakıyorum, sevdi mi acaba? Joseph gordon-lewitt’in karakteri hoşuma gidiyor.
Final bölümü yaklaşıyor, minibüs hala havada, arkadaki çocuklar gülüyor. Filme
konsantre olmaya çalışıyorum, iyi düşünülmüş iyi planlanmış bir film diyorum.
Hadi şöyle bomba gibi bir sahne olsun, hani fragmanlarda ucundan azıcık
gösterilirde filme gitmek için can atarsınız. Ellen page’in şehri ters düz
etmesi bile beni şaşırtmıyor çünkü zaten fragmanda hepsini gördüm. Aklıma eve
gidince El secreto
de sus ojos filmindeki stadyum sahnesini internette bulmaya çalışma fikri
geliyor. O filme de gidemedim diyorum. Hemen bi kız bulmalıyım. Minibüs düşmeye
devam ediyor, çocuklar yine gülüyor. Acaba oyuncular senaryoyu okurken filmi
anlayabiliyorlar mı diye düşünüyorum, tabi ki hepsi ortalama zekâya sahip ama
bazı filmler kurgulanmış haliyle bir şeye benziyor. Filmi sorgulamaya
başlıyorum, hepsi uyuyorlarsa bir kişinin rüyasına nasıl giriyorlar? Filmi
tekrar izlemem gerekeceğini biliyorum. Minibüs hala düşüyor, gerçekten kimse
ölmeyecek ya da başlarına büyük bir talihsizlik gelmeyecek sanırım diye
düşünüyorum. Keşke Cobb’un karısı karşılarına daha çok çıksaydı. Marion Cottilard
ne güzel kadın diyorum arkadaşıma. Cobb’un çocuklarına kavuştuğu son sahne
geliyor ve bam! Peki, bu sahne olmasaydı yine de bu filmi sever miydim diye
düşünüyorum. Hala bir şey eksik gibi. Sinemadan çıkıyoruz ve arkadaşım filmi
bir de Türkçe izlemek gerektiğini söylüyor, beğendiği için mutlu oluyorum.
Acaba birkaç gün sonra tekrar görüşüp Ölümcül takip
adındaki Güney Kore filmine gidebilir miyiz diye soruyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder