Çocukken izlediğimiz,
insanlığın çoğunlukla kendi hatası sonucu ortaya çıkan ( hatta çoğu B tipi
filmlere yaklaşan estetikleriyle) canavar filmlerini hatırlayın. İçlerinde
gerilimden, bizi heyecanlandıran kovalamacalara kadar birçok şeyi barındıran,
çoğu zaman iyi oynanmamışta olsa bizi tatmin eden filmlerdi. Kaç kez izlersek
izleyelim (İnsanlara saldıran dev karıncanın gözünün disko topundan yapıldığını
bilsek de) yine de vazgeçemeyeceğimiz filmler bunlar. Biz büyüdükçe filmlerde
büyüdü bizimle, efektler gerçeğinden ayırt edilemez hale gelse de biz yine de o
eski filmleri unutmadık.
İyi bir yaratık/
canavar filminin özelliği yaratığın çok korkunç olmasından ziyade, yönetmenin
bizi filmdeki karakterlerin yerine kendimizi koymamızı sağlamasıdır. Buda
filmde çizilen portrelerin ne kadar gerçekçi olduğuyla alakalıdır. Bizim bir
karakterin gerçekten varolduğuna inanmamız filmin geçtiği dünyaya da inanmamızı
sağlar ( ki benim gibi, bir zamanlar Orta dünyanın var olduğuna ya da Luke
Skywalker’ın uzak bir galakside yaşamaya devam edeceğine inananların varlığı
gibi) Sinemanın büyüsü de, iyi bir çizgi romanın, iyi bir kitabın yapabileceği
gibi iyi bir filminde bize hissettireceği yaşanmışlık duygusudur.
Bu uzun girişten
sonra filmimize gelecek olursak, Türk sinemasının da aynı kaderi paylaşmasını
içten içe dilediğimiz güney kore sinemasının en güzel örneklerinden olan (
Gwoemul / The Host ) yani yaratık adlı filme.
Bir film
düşünün, ortada bir yaratık / canavar var. Her zaman olduğu gibi bir anda
ortaya çıkıyor ve her yaratık / canavar filminde olduğu gibi ortalığı birbirine
katıyor, ama işte tamda bu anda Amerikan filmlerinin aksine işin içine insan
odaklı bir hikâye giriyor. Amerikan yaratık /canavar filmlerinde izleyici
(nedense) genellikle kendini filmdeki yaratık ya da canavarla özdeşleştirirken,
burada yönetmen Bong Joon-Ho buna hiç izin vermiyor. Hatta filmdeki tek suçlu
yine Amerikalılar. Buradaki yaratığın Godzilla yada King Kong gibi ( biraz da
olsa) düşünerek bir şey yaptığını görmüyoruz. Bizim yaratığımızın yaptığı her
şey beslenmeyle alakalı. Filmin, yaratığın ortaya çıkışını anlattığı
başlangıcından sonra kendimizi bir anda yine eskiden izlediğimiz uzak doğu
filmlerinde buluyoruz, şapşal karakterin babasıyla bir büfe işlettiğini okula
giden bir kızı olduğunu karısının onu terk ettiğini, her ailede olduğu gibi
başarılı bir karakterin varlığını televizyondaki spor müsabakasından
anladığımızda, demek ki orda bir şey değişmemiş diyoruz.
Eski uzak doğu
filmlerindeki karakterler yerli yerinde duruyor. Yaratığın bir anda ortaya
çıkmasında bile yönetmen bize tamam şimdi her şey eskisi gibi olacak dedirtmiyor.
Yaratığın küçük kızla beraber Han nehrinin sularında kaybolduğunu izlerken,
biraz sonra askerler gelecek ve film bir yaratık avına dönüşecek diye
düşünenlerin aksine yönetmen bizi ailenin yanında bırakıyor, işte asıl filmde
burada başlıyor. Ailenizden birinin başına böyle bir şey geldiğini düşünün, en
yakınınıza, anneniz, babanız ya da kendi çocuğunuz, ne yapardınız? Tabi ki önce
büyük bir yıkım olurdu sizin için, çünkü onun öldüğünü sanıyorsunuz, peki ya ölmediyse,
sizi aniden cep telefonundan ararsa. O zaman ne olursa olsun, kime karşı
geleceksek gelelim onu bulmak için her şeyi yaparız. Filmde tam bunu anlatıyor işte,
merkezine aileyi, insan ilişkilerini alan, gelen felaket ne olursa olsun, bir
arada kalıp mücadele etmeyi öğütleyen ( İşaretlerin yaptığı, Yarından sonra’nın
yapamadığı) film hem dramatik, hem korkutucu,hem de komik olmayı başarıyor.Olanları
A dan Z ye anlatmaktan kaçındığım film kesinlikle izlenmeyi hak eden ,bana
izledikten sonra yönetmenin diğer filmlerini de merak ettiren bir yapım.
Ağzımızı
sulandıran fragmanlarını görüp filme koşan çoğu insan gibi bende canavarı
izlerken nedense lost un yaratıcısı J.J.Abrams acaba yaratığı izledimi diye
düşündüm ( ki olması imkânsız değil) J.J.Abrams ın filmde Blair Wicth Project
hesabı karakterin kendi kamerasından izlememiz dışında, yaratığa değil de insan
öykülerine odaklanması, yaratığın eski filmlerdeki gibi değil de eciş bücüş olması,
öldüğü sanılan bir karakterin telefon açıp yardım istemesi ve onun için geri
dönülüp yaratıkla yüzleşmek zorunda kalınması ister istemez bana canavarın
yaratıcılarının değişik bir film yapmak için iyi bir örnekten yararlanmış
olabileceklerini düşündürdü. Çoğu insanın uslanmaz kamera hareketliliğinden midesinin
bulandığı canavarın da başarılı bir film olduğunu düşünüyorum, iki filmde
farklı anlatım tarzlarıyla izlenmeyi hak ediyorlar bence…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder