‘’Bir romantik komedi. Bir büyüme
öyküsü. Yetişkin bedenindeki çocuk gözlerinden, bir Paris macerası. Hem
doludizgin bir görsel zenginliğe sahip, hem komik, hem de nostaljik bir masal.
Ve tabi ki bir Jeunet filmi, Üstelik bu defa, sanki inadına göz kamaştıran bir
hareyle çevrili.’’
Jean-Pierre Jaunet sineması,
kendine has bir estetikle ve anlatımla donandığından, adı kalıplarla birlikte
pek anılmıyor. Jeunet deyince akla belli bir eğilimden ya da türden ziyade,
kısa bir filmografiyle sinemada kendine özel bir yer açmış bir doku geliyor.
Bilim kurgu da, korku da, romantik komedi de yapsa, filmleri gönül rahatlığıyla
sadece ‘’bir Jeunet filmi’’ olarak anılabiliyor.
Jeunet’nin sıra dışı anlatım
yöntemleri bir yana ‘’Amelie’’, birçok açıdan bir romantik komedi filmi. Hatta
Hollywood’un formül işi romantik komedilerinin birçok formülünden kaçmamasına
karşın, okyanusun öte yanında sıklıkla düşülen bazı şablon tuzaklarına
düşmeyen, öyküsünü ve tesadüflerini, mizahını ve romansını doğallıkla taşıyan
bir romantik komedi.
Jeunet’nin insanın nelerin
mümkün, nelerin muhtemel olduğuna inandığına uzun uzun kafa yorarak canını
sıkmak gibi bir niyeti yok, filmin kahramanının işyeri olan’’Çift Değirmen’’
adlı kafenin bulunduğu Montremartre’ı usul usul, çaktırmadan değil, apaçık ve
gururla bir masal mekânı olarak resmediyor yönetmen. Öyle ki zaten manzarasıyla
ve sanatsal tarihiyle birçok çağırışım yaratan bu muhit, karakterleri için ışıl
ışıl bir enerji kaynağı haline geliyor. Öte yandan, Jeunet için bir mekânın
fantastik dokusu, günde yirmi dört saat kutsanıyormuş gibi görünen bir şehir
silüetiyle bitmiyor. Genel görünümün yaydığı titreşim, ayrıntılara da nüfuz
ediyor, onları da canlandırıyor. Bunun sonucunda karşımıza, Amelie uyuduğunda
hakkında yorum yapan biblolar ve tablolar, Nino’ya göz kırpan heykeller çıkıyor.
Adeta cansız nesneler de bu masal diyarının içinde, öyküyü teşvik eden birer
güç haline geliyorlar. Dahası, bütün bunlar bağlamsız da kalmıyor. Amelie’de,
belki ilk andan itibaren ruh ikizi olarak gördüğü Nino’da, içlerine kapanık ama
dışarıyla, başkalarının gizli dünyalarıyla ilgili tipler. Belki
çekingenliklerinin bir sonucu olarak, insanlarla ilişkileri de hayli ürkek ve
tek taraflı. Yaşadıkları hayatın bir rüya biçiminde sürmesini
istiyorlarmışçasına, bazı şeyleri bulup çıkarmaya, kalan boşlukları ise kendi
hayal güçleriyle doldurmaya meyilliler.
Filmin kahramanının bugünkü
haline nasıl geldiğini anlamamız için çekilmiş, aşağı yukarı yirmi dakikalık
‘’Amelie’nin çocukluğu’’ bölümünde Jeunet, hem sevimli bir belgesel komedisi
çıkarıyor, hem de kahramanımızın nasıl olup da son derece faal bir hayal gücüne
sahip, içine kapanık bir tip haline geldiğini anlatıyor. Amelie’nin babası
suskun ve mesafeli bir tip, annesi ise hayli gergin ve sinirli. Evde mutluluk rüzgârları
estiği pek söylenemez, hatta bir sahnede ‘’Amelie ‘nin tek arkadaşı’’ olarak
sunulan kaşalot adındaki küçük kırmızı balığın kendini sudan dışarı fırlatması,
evin gergin ortamının onu intihara meyilli bir balık haline getirmesi ile
açıklanıyor.
Amelie hakkında aldığımız en
önemli bilgilerden biri, normalde ona hiç yüz vermeyen eski ordu doktoru
babasının sadece sağlık kontrollerinde Amelie’ye dokunduğunu, küçük kızın bu
temastan duyduğu heyecanın kalbinin gümbür gümbür çarpmasına yol açtığı ve
bunun sonucunda babasının onu kalp hastası sanıp okula göndermediği ve
Amelie’nin evde, annesinin özel eğitimi altında yetiştiği bilgisi. Kısır
iletişim sonucu hayatı genelin algıladığı gibi algılayacak bir biçimde
‘’yontulmuyor’’, hayal gücüyle harmanlanmış, bambaşka bir gerçeklik kuruyor kafasında.
Bütün bunlar, bir taraftan beylik deyişle ‘’çocukluğunu yaşayamamış’’ ama bir
taraftan da çocuk kalmış bir genç kızın tohumlarını atıyor.
Jeunet, Amelie’nin durumunu bir
trajediden ziyade, bir nimet, bir fırsat olarak sunuyor. Prenses Diana’nın ölüm
haberini duyunca elinden düşürdüğü kapağın gidip bir taşı yerinden oynatması ve
o taşın ardındaki delikten eskiden o evde yaşamış bir çocuğun oyuncak ve
fotoğraf kutusunun çıkması, Amelie’yi kendi hayal dünyasının dışına,
başkalarının hayatına doğru itiyor.
Amelie’nin ilk görevi, yetişkin
bir adama çocukluğunun anılarını geri götürmesi ise son derece anlamlı.
Jeunet’nin Montremartre’lı bu çekingen garson kızda en çok üzerine titrediği
özellik, çocuksuluğu. Amelie kendisi dışarı açılıp büyürken, bir taraftan da
insanlara kendi çocuksuluğundan bir şeyler veriyor. İlk görevinin başarıya
ulaştığına kanaat getirdikten sonra Amelie, yenilerine kalkışıyor. Ve bu arada
kendine epey benzeyen ve yolunu çizmesinde büyük katkısı olacak iki önemli
kişiyle ‘’Kristal Adam’’ Raymond Dufayel ve Nino ile karşılaşıyor. Dufayel’e
kristal adam denmesinin nedeni, kemiklerinin çok kolay kırılması. Bu sebepten
dolayı evinden çıkmayan, her sene bir kez, Renoir’nın ünlü bir tablosunun
taklidini resmeden yaşlı bir ressam. Sağlık sorunu sebebiyle tıpkı Amelie gibi
çocukluğunu yaşayamamış olan kristal adam, bir anlamda Amelie’nin yol gösterici
aksakallı dedesi oluyor. İlk görüşte ilgisini çeken Nino ise, ilham kaynağı.
Amelie’nin başkalarına yardım
etme çabası, bir bakıma bir yardım çağrısı da sonuçta. Görevlerini bile büyük
bir gizlilik içinde yürütüyor, insanların yardımın kendisinden geldiğini
bilmesine müsaade etmiyor. Nino ile ilişkisinde ise, er ya da geç, bir şey
yapması, öne çıkması gerekiyor. Filmin önemli bir bölümü de Amelie’nin bu en
büyük engeli aşıp kendini ortaya koyma çabasını anlatıyor.
Nino’nun insanların yırtıp attıkları
fotoğraflardan oluşan albümünü bulmasıyla başlayan bu macera, onun deyimiyle
‘’stratejiler’’, kristal adamın deyimiyle ise ‘’korkaklık’’ sonucu, gittikçe
içinden çıkılmaz hale geliyor. Sonunda onun yapamadığını, yine sorunlu bir
çocukluğun sonucunda onun kadar çekingen bir genç olan Nino yapıyor, adım atıyor.
Böylece çember tamamlanıyor ve aynı destansı yolculuklarda olduğu gibi,
değiştirme amacıyla yola çıkan Amelie, kendi de değişiyor.
Kaynak: Kutlukhan Kutlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder